İki hafta önce eski bir arkadaşımdan telefon aldım. “Sizi arayan birisi var size ulaşamıyormuş. Yanına kadar gider misiniz?” dedi.
“Tabii, giderim.” Dedim, ama endişelendim telefonda bahsedilen kişi en son sekiz yıl önce görüştüğüm çok değerli bir arkadaşımdı.
Gittim; Yanına vardığımda yataktaydı. Benim tanıdığım dünyalar güzeli alımlı kadının gözaltları çökmüştü ve bir deri bir kemik kalmıştı. Halsizdi ve çok bitkindi derinden gelen bir sesle: “Geldin mi? Nihayet beni buldun mu?” Dedi.
“Evet, geldim.” Dedim.
Beni gördüğünde solmuş yüzü, derin bakan gözleri gülüyordu: “Dünya küçük seni bir yıldır arıyorum, ama telefonun kapalıydı. Haberimi aldın mı? Nitekim geldin mi?” Dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
İçim cız etti…
Canım acıyordu…
İçim yanıyordu…
Yüreğim ağrıyordu…
Sekiz yıl önce kocasıyla birlikte Kuveyt’e Dow görevlisi olarak gitmişti. Beni de yanında götürmek istemişti. Maddi olarak güzel bir teklifti, manevi olarak güvendiğim birileriyle birlikte olacaktım. Farklı dünyanın farklı bir köşesinde, farklı kültürlerdeki yaşamı tanımak öğrenmek cazip gelmişti. Fakat benim bir görevim vardı!
Annelik görevi, evladımı bırakıp gidemezdim. Oğlum Ministerie van Defensie Savunma Bakanlığında profesyonel asker olarak göreve başlamıştı ve henüz on yedi yaşındaydı. Görevinden oğlumun yanında olmak ona destek vermek zorundaydım!
Hollanda Kuveyt arasındaki bu uzun mesafesi arkadaşlığımızı dostluğumuzu bitirmemişti. Lakin hayat bulunduğumuz ülkelerde devam ediyordu. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen birbirimizi hala unutmamıştık, ama irtibatı kesmiştik. Ta ki, o telefon gelene kadar. Arkadaşım bir yudum su içti. Şakağındaki ödemlerden dolayı su içerken aşırı zorlanıyordu. Zor olsa da anlatmaya devam etti: “Tam bir yıl oldu Hollanda’ya döneli. Tanrı’dan istediğim her şeye ulaşmıştım. Evlatlarım okullarını bitirdiler iyi bir gelecek sahibi oldular, bizde erken emekliliğimizin tadını çıkartacaktık. O kadar mutluyduk, o kadar muyluyduk ki, aniden kocam hasta oldu. Neler olup
bittiğini anlayamadan kanser hastalığı bir yıl içinde onu benden alıp götürdü. Gitti yok simdi yok.” Dedi.
Canım acıya acıya…
İçim yana yana…
Yüreğim ağrıya ağrıya…
Arkadaşımı dinlemeye devam ediyordum: “Bende maalesef aynı hastalığına kansere yakalandım. Hollanda’da operasyon yapamadılar. Almanya’da yapılıyormuş, götürdüler. Bir umut dedim bir umut olmadı. Operasyon yapamıyoruz ilaç tedavisi uygulayacağız dediler, geri evime yolladılar. Sakın korkma iyileşeceksin dediler.” Diye hıçkırıyordu.
Canım acıyordu…
İçim yanıyordu…
Yüreğim ağrıyordu…
Sessizce onu dinlemeye devam ediyordum: “Keşke Kuveyt’ten dönmeseydik, keşke orda kalsaydık. Böyle olacağını nereden bilebilirdik ki, bilmiş olsaydık dönmezdik. Alışmıştık oralara oradaki insanların yakınlıklarına.” Diyerek bir yudum su alıp konuşmalarına devam etti.
“Hasta olmamdan dolayı ve akrabalara yük olmamak için eve yardımcı almak zorunda kaldım, ama istediğim gibi birisi değildi. İllet hastalıktan dolayı bende çok mızmız oldum. Psikoloğa gitmem gerekiyor fakat ilaçlarla aram iyi değil. Bağımlı olurum diye korkuyorum.” Deyip konuşmasını bitirdi.
Yorgun ve bitkindi onu yalnız bırakmam gerekiyordu. O an boğazıma sanki bir şeyler düğümlenmişti ve yüreğim ağrıyordu. Üzgün buruk çaresiz bir ses tonuyla: “ Korkma; Seninle aynı kaderi paylaşıyoruz bak ben iyileştim. Doktor tedavisi altında, ilaçlarını kullandığın sürece bağımlı olmazsın. Bu süreci bir psikolog kontrolü altında tamamlaman sana iyi gelecek. Şimdi dinlen.” Deyip içim sızlayarak arkadaşıma tekrar görüşme sözü verip yanından ayrıldım.
Artık o dünya güzeli alımlı bayan yataktaydı. Arkadaşlığım dostluğum dışında ona yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içerisinde evime döndüm!
Canım acıyordu…
İçim yanıyordu…
Kalbim ağrıyordu…
Onu orada öylece bırakıp çıktığımda, diğer taraftan Allah’a şükür ediyordum. Hastalık konusunda arkadaşımla aynı kaderi paylaşıyorduk. Lakin ben ondan
şanslıydım. Başarılı bir operasyondan sonra ayağa kalkmıştım. Bu zor süreç içerisinde her gün dua etmiştim: “Allah’ım beni oğluma bağışla.” Diyerek, o dualarım kabul olmuştu.
Hani: “Öğrenmenin yaşı yok.” Diyorlar ya…
Bir kere daha öğrendim, yaşam ince bir ip üzerinde mutluluksa ufacık şeylerde saklı. Arkasına saklandığımız mazeretlerle hiçbir kimseyi üzmeye ve üzülmeye, kırmaya ve kırılmaya, darılmaya ve darda kalmaya değmiyormuş…
Bu koca dünyadan kimler geldi kimler geçti ve hiç kimseye baki değil, bir gün bizde göçüp gideceğiz. Konunun başka yönü arkadaşımın Hollandalı olmasına rağmen yanında beni bir Türk istemesiydi. Onun bu isteği yüreğimin ağrısını biraz olsun hafifletip buruk sevince bırakıyordu. Çünkü son yıllarda yaşadığım ikinci ülkemde bir yabancı düşmanlığıdır aldı başını gidiyor. Yabancı düşmanlığını bazen açıktan bazense üstü kapalı hayatın her alanında görmek,
hissetmek mümkündü…
Hollanda’da özellikle bazı politikacılar yabancı düşmanlığını önlemek için bir şeyler yapmak yerine, yabancı düşmanlığını körüklüyordu. Fazla iyi gitmeyen ekonomide ülkede yaşayan yabancıları işaret etmekle çıkardıkları yeni kanunlarla ülkenin emekçileri olan biz Türk Asıllı Hollandalıları yürekten yaralıyorlardı. Yaşadığımız ülkede hepimizin yapması gereken şey din dil ırk renk mezhep ayrımcılığı yapmadan, birlik beraberlik ve de harmoni içerisinde yaşamak yaşatmak yaşam alanımızı genişletmek olmalı…
Hani: “Derdi veren Allah dermanını verir.” Diyorlar ya…
Bu inançla Allah’tan dileğim arkadaşım ve arkadaşım gibi hasta olanları tez zamanda sağlığına kavuştursun. Dostluğun arkadaşlığın insanlığın insanca yaşamın, dini dili ırkı rengi mezhebi yok. Diliyorum ayrımcılık yapanlara inat, bu gerçek hikaye bir örnek olur ve örnek teşkil eder…
YORUMLAR